Monday, February 12, 2007

Alışmak

İnsann kendisiyle olan en büyük duygusal çatışmalarından biridir “alışmak”. O kadar çok farklı sebebi olabilen, bir o kadar da fazla sonuca gidebilen başka bir duygu yoktur muhtemelen. Kimi insanlar için güzel bir şey olmasına rağmen, bazı insanlar da tam tersi etki yaratmaktadır alışkanlık durumu. İlişkilerde “alışkanlık” kavramı ise başlı başına bir ders konusu olması gerekir aslında. İlişkilerde genelde gözlemlenen durum, belli bir süre ve safha geçtikten sonra karşılıklı bir “alışmışlık” periyodunun başladığıdır. Bu ilişkilerde bir nebze korkulan ve istenmeyen birşey olmakla beraber aslında objektif olarak bakıldığında o iki insanın birbirilerine olan yakınlığı sonucu oluşmuş, birbirilerini “kabullenme” duygusudur. Tabii belirtmek gerekir ki ilişkilerde istenmeyen şey bu kabullenme duygusu değil, bu duygunun sonucu ortaya yavaş yavaş çıkmaya başlayan durağanlaşma, yeniliklere kapanma ve sürekli eskileri tekrarlamaya başlama sürecidir. Bu şekilde söylendiği zaman pekala kulağa itici geliyor değil mi? Peki o zaman bir de şu açıdan bakmayı deneyelim : alışkanlık safhası olduğunda o ilişkinin iki tarafı da aslında kendileri açısından gerçekten mutlu oldukları bir dönemdeler, yaptıkları herşeyde son derece mutlular ve bu yaşadıkları mutlulukları (ve dolayısıyla bu mutluluğu yaratan olay ve süreçleri) kendi bireysel ve birliktelik hayatlarına entegre ederek olağan hale getirme sürecidir aslında “alışmışlık periyodu”. Böyle düşününce daha bir alımlı, daha bir hoş geliyor değil mi? Peki o zaman doğrusu hangisi? İkisi birbirine zıt görüşleri savunan (alışkanlık periyodu güzeldir / güzel değildir) tezler, ama düşününce ikisi de doğru; mu? Alışkanlık bence çok güzel birşeydir bir birey için; kendini rahat, huzurlu ve güven dolu hissetmenin dışında birlikte olduğu kişiye olan sevgisinin herhangi bir olay yada duruma bağlı olmaksızın sadece o duyguyu o insana “o” kişi olduğu için beslediğinin farkına vardığının göstergesidir (ve doğal olarak tam tersi de geçerlidir). Ama hepimizin bildiği gibi, her ying’in bir yang’i vardır, ve ilişkilerdeki alışkanlık safhası da farklılık göstermez bu durumda. Alışkanlık safhası çok güzel olmasına rağmen aslında çok büyük riskleri beraberinde barındırır aslında. Çok basit bir örnekle açıklayacak olursak : bir kavanoz düşünün, bu kavanoz sizin kalbiniz yada ruhunuz olsun. İçine koyacağınız sıvı da ilişkinizdeki safhanız olsun. Şimdi, kavanozun içine su koyduğumuzu düşünün, bu ilişkinin başlangıç safhaları olur, zira kavanozu boşaltmak istediğimizde içinde sadece birkaç su damlacığı kalacaktır, ve içine başka bir şeyle doldurmanıza engel teşkil etmeyecektir. Şimdi ise alışkanlık döneminin getirdiği riskleri gözlemlemek amacıyla o kavanozun içine reçel koyalım. fark edeceksinizdir ki reçel boşaltılmak istendiğinde sağına soluna yapışacaktır kavanozun. Akıcılığı az olmasına rağmen (a.k.a çok fazla alışmamış olmanıza rağmen) sulu haline nazaran kavanozun içinde çok daha fazla kalacaktır. Ayrıca başka bir şey koymak istediğiniz zaman kavanozun içine, tam olarak o koyduğunuz şey olmayacak içinde, tamamen reçelden arınması zaman alacaktır. Bir de bu reçelin kıvamını iyice yoğunlaştırdığımızı düşünün; boşaltılmak istendiğinde daha çok kalacak, başka şey konmak istendiğinde daha çok bulandıracak, tamamen temizlenmesi daha çok vakit alacak; sanırım ne demek istediğimi az çok anladınız… Alışkanlık yaşarken çok güzel bir duygudur, ama olaki ayrılık gibi bir karar aşamasına gelirseniz, başınız epey bir yanacaktır emin olun. Ancak bu demek değildir ki olabileceklere karşı duyduğunuz korkudan ötürü ilişkilerinizde alışmamaya çalışın karşınızdakine, zaten alışkanlık istenerek yaşanan bir şey değildir, “hadi alışayım bari” deyip insan kendini öyle hissedemez. Ancak alışmayı başladığı zamanı hissedebilir. Benim naçizhane tavsiyem, eğer zaten kafanızda soru işaretleriniz var ise karşınızda insanla ilgili, bence alışkanlık çok yer etmeden kalbinizde, ya soru işaretlerinizi bir an önce tamamen çözümlemeye bakın, yada kavanozunuzun içindeki sıvı koyu kıvamlı reçel olmadan içindekileri boşaltın. Emin olun, ben o hatayı yaptım, ve cezasını çektim, siz bana güvenin siz o cezayı çekmeyin…

Friday, December 8, 2006

Patinaj

Patinaj. Çoğu insanın (beni iyi tanıyanlar hari) bilmediği bir kelimedir; daha doğrusu, benim kullandığım anlamını bilmemektedir. Sıradan (beni tanımayanlar) insanlar için patinaj demek, bir aracın kalkarken tekerlerin herhangi bir ilerleme sağlamaksızın dönmeleri ve bu sayede teker yanığı kokusu ve duman oluşturması demektir. Ama benim için “patinaj” çok daha özel bir anlama sahip bir kelimedir. “Patinaj” çok özet ve yalın bir biçimde anlatılacak olursa : “Belirli bir duygusal belirsizlik durumu içinde bulunan bir kimsenin oluşan bir takım direk veya dolaylı olayları, konuşmaları, hareketleri vb. kendince yorumlayarak kendi duygularını istediği biçimde yönlendirmeye çalışması, ancak yapmış olduğu bu (deyim yerindeyse) ‘ikna denemesi’ nden kendi bile tam olarak emin olamayan insanın içinde bulunduğu duygusal vaziyet yada yaptığı bu harekete verilen ad” dır. Patinaja düşmek, işte bu kelime hepimizin hayatından en az birkaç kere oluşmuştur, herkes yaşamıştır bu duyguyu, “ben yaşamadım” diyen kesinlikle ve kesinlikle yalan söylüyordur. Peki ne gibi durumları kapsar bu “patinaj” tanımı? Şimdi bunları açıklamaya çalışmak gerek. Öncelikle belirtmek gerekirki bu “patinaj” durumlarının nerdeyse tamamı (yüzde 95 civarında denebilir) insanların gönül işleri çerçevesinde gerçekleşir. En basit ve sık rastlanan durumlardan bir tanesi bir kişi bir başkasından hoşlandığı zaman o insanın konuşmalarından kendi kafasına göre mana çıkarmaya çalışmasıdır. Hoşlandığı insan direk yada dolaylı olarak bir şey söylediği zaman “acaba böyle mi demek istedi?” yada “bunu mu kastediyordu?”, veya o insan üstü kapalı olarak biri yada bir olay hakkında yorum yaptığında, aslında kastettiği kişi yada olay tamamen alakasız olsa bile, hoşlanan insanın o lafları kendi üzerine alınmasıdır. Çoğu zaman insan kendi kendini yer bitirir bu tür durumlara düştüğünde, çünkü onu “patinaja” sokan durumun (oluşan durum, söylenen söz vs.) yorumu sadece kendisine aittir, ancak kendisi bile emin olamamaktadır bundan, ve emin olamadığı gibi, utandığı için da başkalarıyla da paylaşmaz. Bu nedenle bir şekilde patinaja giren insanlar dikkatle gözlenecek olurlarsa o ilgilendikleri kişinin etrafında farklı davrandıkları, bazı hareketlerinin birbirini tutmadığı (kafasının karışık oluğu için) gözlemlenebilir. Bir gün oldukça iyi vakit geçirirken ertesi gün hiç beklenmedik bir anda çok saçma birşeye kızabilir yada tersleyebilir. Patinaja giren bir insan eğer kararını veremezse durum hakkında, bu olaylar rahatça görülebilir; ancak bir de patinaja girdikten sonra düşünüo taşınıp bir şekilde olaya kendi yorumunu getirip, getirmiş olduğu bu yoruma kendisini de inandıran insanlar mevcut olabilir. Bu tür insanlarda ise beklenildiği gibi daha evvelden yapmadıkları yada yapmaktan çekindikleri şeyleri yapmalarda bir artış gözlenir. Eğerki hoşlandığı insanın kendisi açısından pozitif bir hamle yaptığına inandırırsa kişi kendisini, bunu teyit etmek için yer arayacak ve hoşlandığı insana devamlı yakın davranarak ondan bir tepki yada bir işaret bekleyecektir. Şayet eğer kişi hoşlandığı insanın (onu patinaja sokan esas) tepkisini negatif olduğu yorumunu getirerek kendisini de buna inandıracak olursa, bu durumda kendini koruma içgüdüsü ve duygusal karşılık görememkten ötürü olarak zarar görme korkusu nedeniyle hoşlandığı insana karşı soğuk davranmaya başlayacaktır. İki durumda da bu değişiklikler dışardan bir üçüncü şahıs tarafından farkedilmesi durumunda bu davranış değişiklikleri konusunda bahaneler hazırdır, zira kişi kendini inandırma sürecinde aklından türlü türlü senaryolar geçirerek kendince en mantıklı bulduğunu seçmiştir, ve bunu ortaya çıkarmamak için de bir çok senaryo yazabilir. Üçüncü şahıslardan gelecek “Neden böyle davranıyorsun?” yada “Birşey mi oldu?” gibi sorulara “son zamanlarda oldukça yorgunum”, “kafam bu aralar ‘nedense’ çok dağınık, bir türlü konsantre olamıyorum” veya “yaa bu geçen gün şöyle birşey oldu kafam ona takılmış durumda (tamamen alakasız ve kimi zaman yalan bir olaydır bu)” gibi cevaplar verip, ardından gelen “peki neden?” sorusuna “valla bende bilmiyorum, neyse yaa gelip geçicidir boşver, merak etmene gerek yok” cevabıyla oldukça güzel ve sağlam bir konu kapanışı gerçekleştirir. Patinaja giren insanlar bu durumlarını ancak en yakın bildikleri dost çevrelere söylerler, ki bu da her zaman gerçekleşen bir durum değildir. İnsan eğer kendi başına bir yorum getirerek işin içinden çıkamıyorsa, ister istemez bilinçaltında bu durumu paylaşacak birini arar, zira dışardan bir kişinin söyleyeceği sözler tamamen objektif ve herhangi bir yöne doğru eğilimli olmayacaktır. Patinaj durumundaki insanın seçeceği bu insan da doğal olarak en yakın arkadaşı, yani (varsa tabii) dostu olacaktır. Ancak böyle durumlardaki en büyük sorun şudur : durumu dostuyla paylaşan insan, dostunun ağzından çıkacak kelimeleri kendi kendine çok hızlı bir şekilde inandıracak, aslında söylenen sözler doğru olmasa bile onlara kendini inandırmaya yönelecektir. Bu durum kimi zaman yanlış yönlere yönlendirebilir insanı, zira durumu paylaştığınız dostunuz oluşan olayın içinde olmadığı için, yada söylenen sözde orada bulunmadığı, ve sözü söyleyen (hoşlanılan kişinin) kişinin mimiklerinden haberdar olmadığı için aslında çok objektif yorum yapamaz, zira durum anlatılırken yada söylenen söz ve söyleniş biçimi aktarılırken tamamen patinaja girmiş insanın bakış açısından anlatılmaktadır. Ancak bu kötü durumun haricinde patinaja giren bir insanın bu durumunu bir dostuyla paylaşmasında başka bir sakınca yoktur, çünkü durumun içinden kendi başına çıkamayacağı kanaatine varmıştır, ve kendini kurtarabilmek için yardıma ihtiyaç duyduğunun farkına vararak en yakınından istemiştir. Uzun lafın kısası, aslında “patinaj” dediğimizi bu durumun çok da net bir yaklaşımı, çözümü, doğrusu-yanlışı yada olmazsa-olmaz’ı yoktur. Durumdan duruma göre değişebilen özellikler taşıdığı için genelleme yapılamaz, ve o nedenle bir sefer uygulanan ve başarılı sonuç veren bir taktik, ikinci kez uygulandığında aynı sonucu vermesi olasılığı pek te yüksek değildir. Patinajdan kurtulabilmenin en sağlam yönetemi, en kısa süre içerisinde, gerek kendi başınıza, gerekse dostunuzdan yardım alarak, doğru da olsa yanlış da olsa bir karara varmanız ve bu kararı uygulamanızdır, çünkü aksi takdirde (deyim yerindeyse) ‘debelenip durursunuz’. Ne de olsa atalarımız boş yere söylememiş : “En kötü karar bile kararsızlıktan çok daha iyidir” diye.

Thursday, December 7, 2006

Dost...

Dostluk. Günümüzün insanı için aslında belki sanıldığından çok daha fazla öneme ve değere sahip olması gereken bir kavram. Birçok insan bu kelimeyi oldukça fazla kullanırlar, ancak dikkatli dinlenecek olunursa, rahatça görülebilirki bu insanlar aslında bu güzel kelimeyi kendi anlamı dışında kullanmaktadır. En basit örnek olarak “Naber dostum” yada “Dostum iyimisin?” türünde kullanımlar gösterilebilir. Ancak durun bir düşünün lütfen, gerçektende “dost” kadar yakın olduğunuz bir insana siz bu şekilde hitap edermisiniz? Benim kişisel görüşüme göre bu tür “dostum” laflı yaklaşımlar tamamen sunni bir yakınlık ortamı yaratmaya yöneliktir. Tabiiki bu genelleme asla herkesi kapsayan bi türde değildir. Zira kimi insanlar vardır, bu kelimenin kullanımına alışmıştırlar, onlar için doğaldır bu kelimeyi kullanmak, karşısındaki kişi gerçekten dost olsa da, olmasa da. Yapay bir sınıflandırma oluşturacak olursak en alttan en üste, dostun oldukça yukarılarda yer aldığını kolayca görebiliriz : Yabancı – Tanıdık – Sıradan Arkadaş – Arkadaş – Yakın Arkadaş – Dost – Aile. Düşünsenize, aileden hemen sonra gelen bir kavram, hatta kimi insan için (ki ben bunlardan biriyim) ise aile ile içiçe bir kavram. Ne acıdır ki çoğu insan gerçek anlamda bir dosta sahip bile olamadan hayatlarını geçiştiriyorlar. Peki dost-dost-dost dedik, dost dediğimiz nedir? Ne yapar? Bir kişinin dost olup olmadığı nasıl anlaşılır? Bunlar işte çok merak edilen, ancak aslında tam olarak bir cevabı bulunmayan sorulardır. Yinede biraz açıklamaya çalışayım kendi düşüncelerime göre.
Öncelikle, dost dediğiniz insanla aranızda bir zaman bağı yada süreci gerekmez, yani 1 yıldır tanıdığınız bir insan da dostunuz olabilir, 10 yıldır tanıdığınız biri sadece arkadaşınız olarakta kalabilir. Dostluk zamana bağlı olarak gelişen birşey değildir, ancak yinede belirtmek gerekir, uzun yıllara dayanan dostluklar daima daha sağlamdır kısa süreli olanlara kıyasla.
Dost dediğiniz insan sizi tamamıyla olması imkansız olsa bile başka insanların bilemeyeceği birçok yönden ve açıdan sizi bilebilmeli, içinizden geçenleri okuyabilmeli, ne hakkında nasıl düşündüğünüzü az çok kestirebilmeli; kısacası kendisini sizin yerinize koyup olaya sizin açınızdan bakabilmeli.
Dost dediğiniz insan birşey yaparken, gerek sizin için olsun, gerek ortak bir amaç için olsun, sizin hakkınızda ne düşünüyorsa bunu açıkça ve asla çekinmeden söyleyebilen kişidir. Gerçek bir dost size hiç düşünmeden (eğer bir konuda gerçekten öyle hissediyorsa) “sen aptalsın” gibi (veya tabii ki çok daha ağır versiyonlarını) söyler. Sizin iyiliğinizden başka birşey istemez, eğerki size karşı bir hatası olursa bunun için ya derhal özür diler, yada durum fazla ağırlaşmadan o hatayı usulca ortadan kaldırır, ve sonrasında gelir size olanları gerekçeleriyle anlatarak yine özür diler. Gerçek bir dost asla sizden habersiz bir şey yaptıktan sonra sizi habersiz bırakmaz, geç de olsa, sizi daima bilgilendirir, olan yada oluşan durumlardan size haber verir.
Gerçek dostluk o kadar güçlü bir bağdır ki çoğu insanın gerçek bir dosta sahip olmamasının aslında geçerli sebepleri vardır. Dostluk, beraberinde çok büyük yükler getiren bir olgudur. Kendinden başka bir insanı en az kendin kadar sevebilmek demektir. O insan için ne gerekiyorsa yapmayı göze alabilmek demektir. O insan üzüntülü yada sıkıntılı olduğunda ister istemez bilinçaltında sizinde üzüntülü, sıkıntılı olmanız demektir. Dostunuz olan bir insan, siz ondan bir ricada bulunduğunuzda asla çemkirmez, yada kendi içinde bulunduğu durum nedeniyle biraz zorlanacağını bilse bile bunu size o anda hissettirmez, ve ricanızı hissettirmeden gerçekleştirir, sonradan size olanları anlatır, ve yukarda da yazıldığı gibi, içinden geçenleri asla sizden sakınmaz, içinden ne geçiyorsa, ne kadar şiddetle geçiyorsa, aynısını size iletir.
Dostluk öyle hafife alınacak birşey değildir, heleki “cepte” sayılabilecek birşey hiç değildir. Bir dosta sahipseniz, aranızdaki bağ zaten belli bir mukavemeti aşmış demektir, ama bu demek değildir ki bu sonsuza kadar böyle sürer siz bir şey yapsanız da yapmasanız da. Dostum dediğiniz insan sizin için bir kardeş gibi olmalıdır, onunla güzel vakit geçirirken, kavga ederken, görüşememezken yada çok sık görüşürken, farketmemeli, daima hayatınızın ortasında olmalı. Benim bir dostum var diyebilmek, onun sizin ne kadar önemli olduğunu bilmeniz, ve bundan korkmanız demektir. Çünkü bir dosta sahip olmak, hayatınızda eşiniz (ve tabi daha ilerde çocuklarınız) olacak insandan sonra kesinlikle en önemli yere sahip olacak olan insandır. Benim için dost demek bunlara sahip olabilmek demektir, bunlara sahip olan birine sahip olmak demektir. Ve ne mutlu bana ki benim bir dostum var, dostlarım var. Kardeşim, alemine diğer kralı, sana saygılar...

Wednesday, December 6, 2006

gençleşmek gerek

Gençleşmek gerek. Olduğun yaşı bir anlık da olsa unutup gençliğine dönmek, eskiden yaşadığın, daha doğrusu yaşamaya alıştığın o mutluluğu tekrar yaşabilmek gerek. “Olgun” kabul edilmediğin, edilmek zorunda da olmadığın o yaşlara geri dönebilmek gerek. İnsan ne kadar çabuk büyüdüğünün farkına zor ve acı yollardan varınca anlıyor geçmişte “cepte” kabul ettiği şeylerin değerini. Oysa yaşarken ne kadar da kolay geliyor insana, günü geçirmek, o anı sırf yaşamış olmak için yaşamak, önemli şeyleri “sonra kesin yaparım” diyerek geçiştirmek. Ama nasıl oluyorsa yıllar geçince aradan insan kimsenin anlatmasına gerek kalmadan kendi kendine farkediyor geçmişte yapmış olduğu hataları, yapmamış olduğu gerekleri, geçiştirdiği ve aslında “hayati” öneme sahip şeyleri; kısacası büyük resme bakabilmeyi kendi kendine öğretiyor insan bir şekilde. “Düşüncelerin olgunlaşması” diye tabir edilir genelde bu tür değişikliklere, ama sormak gerek : gerçekten de sebep bu mudur insanları zamanla derin konularda düşünmeye iten? İnsanlar derki “hayattaki zorluklar insanın büyümesini sağlar”. Bu gerçekten de doğrumudur acaba? Yaşla ilgisi varmıdır düşüncelerin olgunlaşmasının, yokmudur? Acaba çok büyük zorlukların üstesinde zar zor gelmiş, büyük badireler atalatmış 21 yaşındaki bir genç mi daha olgunca yaklaşır çevresindeki olan bitene, yoksa hayatı az çok sıkıntıdan ırak, mutsuzluğa çok fazla göğüs germek zorunda kalmamış 35 yaşındaki biri mi? Peki ya bunları düşünebilen, yorum yapabilen insan? Acaba böylesine bir konuyu bu şekilde algılayabilen, içinde oluşan olaylar hakkında bu şekilde yorum getirebilen kişinin olgunluğu hakkında ne söylenebilir? Ayrıntılar içinde kaybolmadan büyük resime bakabilmek, çirkinin de güzelin de aynı çerçevede olduğunu görebilmek olgunluk mudur? Yoksa sadece ayrıntılardan ve “önemsiz” kabul edilen şeylerden bıkkınlık gelmişliğin sonucumudur bu resmi tümüyle görebilme yeteneği? Şirketlerde yöneticilik pozisyonlarında vardır, daha doğrusu istenir, “büyük resime bakabilme” yeteneği, çünkü onlar “olgun” kabul edilir, detaylara değil, resmin tamamındaki uyuma ve ahenke bakabilildikleri için. Ne de olsa ufak düşünen büyük işler başaramaz denir, ve bu düşünce bize yıllardır aşılanmıştır. Olgunluk dediğimiz olgunun aslında bize yada çevremizdekilere göre “küçük” olarak nitelendirilebilen şeyleri gözardı etme yeteneği, yada daha kibar bir deyimle “alttan alabilme”, “kabullenme”, yada “boşverebilme” olduğu kafamıza kazınmıştır. Başına bir olay geldiğinde o olayı geride bırakamayan, yada alttan alamayan, olayın gerçekleşmesini kabullenemeyen insanlar “çocuk” olarak lanse edilir çevrelerince. Çoğu insan bilmez ama o “çocuğun” içinden neler geçtiğini, neden alttan alamadığını yada kabullenemediğini, veya neden boşveremediğini, ama benim fikrimi sorarsanız bunu merak edip öğrenmek için soranlar ve buna göre düşünenler “olgun” olarak nitelendirilebilirler. Bu “çocuk” kişiler (yukarıda da bahsedildiği gibi) “teorik olarak” zamanla bu zorlukların yada atlattıkları badirelerin sonucunda olgunlaşırlar, ama o çocukluktan olgunluğa geçiş çizgisinin nerede olduğu asla bilinmez. Sadece bir süredir görmeyen biri “sen en son hatırladığım halden farklısın, olgunlaşmışsın” der. Buna karşılık olgunlaşmanın bir çizgi ile gösterilebilecek bir olgu değil, bir süreç olduğunu iddia edilebilir kimi insanlar tarafından. O zaman onlara da şu soruyu sormak gerek : bu süreç ne zaman başlar? Ne zaman biter? Sürecin içinde hangi olayların yaşanması gerekir ki “olgunlaşma” süreci olarak kabul edilebilsin? Yoksa sadece başına ve sonuna mı bakılır sürecin? Tıpkı “haticeye değil neticeye bak” sözünü kanıtlarcasına ara oluşumlarla, yada detaylarla değil, sonuçla, yani büyük resimle ilgilenmek gibi. Olgunlaşmak bence insanın hayatından oluşan bir olgu değildir, insanın doğumundan beri onunla olan bir olgudur. O olgunun ise ortaya çıkması tamamen o insanın insiyatifinde olan bir şeydir. Çünkü çok görülmüştür “olgun” olarak nitelendirilen kişilerin gayet de “çocuksu” hareketlerde bulunduğu. Zamanla alakası yok, yaşla da alakası yok olgunluk denen bu tartışma konusunun merkezindeki olgunun. Sadece yaşamak gerek, bunlara takılmadan, çünkü olgun olan da olmayanda aynı; ikiside yaşar, ikiside ölür, ikisinin de dostları olur, ikisininde düşmanları olur, ve ikisi de hayatlarını doğru gördükleri ve inandıkları şekilde yaşarlar, BENCE...

İnsan, kendisi, ve çevresi...

Bazen durmak istiyor insan, sadece durmak ve susmak. Etrafında olanları izlemek, onları izlerken içten içe anlamları içindeki anlamsızlıklarına gülmek. Gitmek istiyor insan, kaçmak istiyor bu anlamsızlıkların hüküm sürdüğü bu yerden, olduğu yerden başka diyarlara. Ama nafile, nereye gidersen gitsin, “kendini” de götürüyor insan, gittiği yer yine “olduğu yer” oluyor. Ordan da kaçmak istiyor zamanla, kısır bir döngüde takılıp kalıyor, hiç çıkma şansı olmayan dipsiz bir kuyu gibi. Mutlu olmaya çalışıyor insan olduğu yerde, o da nafile, boş hayeller peşinde koşmak gibi. Mutlu olamıyor insan, çünkü nereye giderse gitsin, hep “geride bıraktığı” birşeyler yada birileri var mutlaka. Onları da alıp götüremiyor yanında gittiği yere. Götürse de gittiği yerin geldiği yerden farkı kalmıyor. Kaçamıyor insan, ne kendinden, ne çevresinden. Kaçtığı yerde de çevresi oluyor çünkü. İnsan dediğin insan gibi olmalı, mutluluğu da mutsuzluğu da ne büyütmeli, ne de küçültmeli. Olduğu gibi olmalı insan, yaşadığını yaşadığı anda anlamalı, ileriye bakarak hareket etmemeli, geriye bakarak ileri gitmemeli. Ama yapamıyor insan, gözlerini kapatamıyor, önüm-arkam-sağım-solum-ebe-sobe gibi. Açık tutmak zorunda gözlerini, görmek zorunda başına gelmişleri ve gelecekleri. Açık gözleriyle de ya yanına, ya önüne yada arkasına bakıyor insanın, istemeden bakıyorum dediğine bakmayın siz, insan içten içe istiyor aslında. Özlüyor geçmişini, yada istiyor geleceğini, ama zamanı değiştiremiyor insan, sadece bekleyebiliyor olduğu yerde. Kendini kendinden kurtaramıyor insan, bütün bunları düşünse bile insan kendini kandırmaktan öteye gidemiyor. Geçmişi ağırlığı taşınamayacak bir gölge gibi ağırlığı devamlı artarak, sürüklenerek geliyor insanın peşinden. Boynunu büken, içini çürüten, gözlerini ağrıtan yük peşinde olmazsa olmaz insanın. Ne de olsa insan, ne yapabilirki? Gelmişi de onun, geçmişi de onun, geleceği de keza öyle. Kopartamıyor, koparttıramıyor insan kendini bunlardan. Tek çare kalıyor insan için, ne yapıyorsan onu yap, en iyi şekilde yap. Öyle yap ki, sen kendinden, halinden, geçmişinden ve geleceğinden memnun olmasan bile, başkaları senden ve halinden memnun olsun.